Türkiye düşünce tarihinin iki önemli ismi, Ziya Gökalp ve Yahya Kemal aralarında konuşuyorlar. Gökalp, “Tarihimize bakıyorum, büyük hakanlar, eşsiz mimarlar, kusursuz şairler ve güçlü askerler yetiştirmişiz. Ancak büyük filozoflar yetiştirmemişiz, felsefe yapan bir millet değiliz” diyor. Yahya Kemal de, “Türkler felsefe yapan değil, fetih yapan bir millettir. Türkler felsefe yapan bir millet olsalardı, hepsi Orta Asya’da olurlardı” diye karşılık verir.
Türklerin tarihine geniş bir açıdan bakılırsa, Anadolu’nun bin yıllık tarihinin Yahya Kemal’in özlü bir cümlesiyle, özetlendiği görülür. Türkler tarihleri boyunca, felsefe yapmaktan daha çok fetih yapmışlardır. Ancak yapılan fetih, yalnızca silahla yapılan bir fetih değildir. Hacı Bektaş’ın, Hacı Bayram’ın, şiirleriyle yoğrulan Anadolu insanının, aklı hem gözünde, hem de gönlünde olmuştur. Türkler görünen dünyaları akıl, görünmeyen dünyaları gönül güçleriyle fethetmişlerdir.
Türklerin akıl güçleri kubbelerin sultanı Büyük Sinan’da, gönül güçleri, şairlerin sultanı Yunus’ta doruk noktalarına ulaşmıştır. Onlar Anadolu’nun mükemmelliği arayan ve mükemmelliğin kaynağı olan, mükemmelliğin simgeleridir. Yunus şiirlerini yazmasaydı, Sinan Süleymaniye’yi inşa etmeseydi, fetih yapan milletin tarihinin, mucize devleti Osmanlı doğmazdı. Osmanlı’sız Anadolu, Anadolu’suz Türkiye olmazdı. Anadolu’nun taşında toprağında Sinan, havasında suyunda Yunus vardır.
“Bizim medeniyetimiz karamsarlık medeniyeti değildir” diyen Osmanlı insanı, akıl gücüyle dünyayı kazanırken, gönül gücüyle insanları kazanmıştır. Ümitsizliği inançsızlık olarak gören Anadolu insanının, düşünce ve eylem dünyasında, kim insanları severse, insanlar tarafından daha çok sevilir, kim insanlara elinde olandan verirse, kendisine elinde olandan çok daha fazlası verilir. Anadolu insanın dünyasında, kimse alnının terinin, elinin emeğinin, gözünün nurunun karşılığından fazlasını tüketmeye özenmez.
Yunus’un olduğu kadar Sinan’ın eserleri de, ırkı ve inancı ne olursa olsun, Anadolu’yu vatan edinenlerin, ortak eserleridir. Her ağacın kendi toprağında büyüdüğü gibi, Osmanlı insanı da Yunus’un ve Sinan’ın toprağında büyümüştür. Onlar paylaşmasını bilirler, onların sofrası Halil İbrahim sofrasıdır. Anadolu’da insanlar, paylaşılmayan zenginliklerin, hiçbir zaman kalıcı olmayacağını bilirler. Nasıl bir ağaç meyvalarıyla değerlendirilirse, bir medeniyet de görünen ve görünmeyen eserleriyle değerlendirilir.
Türkler vatanlarını Yunus’un şiirleri ve Sinan’ın kubbeleriyle inşa etmişlerdir. Anadolu insanı dünyanın neresinde bulunursa bulunsun, onların eserlerinin bulunduğu coğrafyaları vatan olarak görmüş, bulunmayan coğrafyalarda da inşa etmeyi görev bilmiştir. Bunun için, Yunus ve Sinan’ın isimleri, bütün dünyada saygı görür, dünyanın her yerinde onları anma toplantıları düzenlenir.
Kültürlerin harman olduğu Büyük Türkistan’ın dışına çıkan Türkler, sedefteki inci gibi, değerlerini coğrafyalarının dışına çıktıklarında göstermişlerdir.
Anadolu’nun Türkleri, bilgiyi Sinan’dan, bilgeliği Yunus’tan öğrenmişlerdir.
Türkler ya Sinan, ya Yunus değil, hem Sinan hem Yunus demişlerdir.
Anadolu’da Yunus’suz Sinan, Sinan’sız Yunus olmaz.