Yirmi birinci yüzyılda, ülkeler arasındaki hesaplaşma alanları, silahlı güçlerden silahsız güçlere kayıyor. Batılılara ekonomik alanda, büyük bir üstünlük sağlıyan bilimsel ve teknolojik gelişmelerin büyüsü bozuluyor. Sihirbazlara karşı Peygamber Musa’nın, asasının gücünün bilincine varanlar, ekonomik ve kültürel hayatta köklü dönüşümlerin tetikleyicileri oluyorlar. Dünyanın bütün ülkelerinde, kutsal kültürün dönüştürücü gücünü, kavrayan aydınların sayısı hızla artıyor.
Azerbeycan’da Bakü ile Tebriz kardeştir, diyenlerin önünü kesmek isteyen Farslarla Türkler arasında, geçmişten gelen ekonomik ve kültürel üstünlük kazanma yarışı gözlenir. Yarış zaman zaman mezhep çatışmasına dönüşür. İran’da Azerbeycan nüfusunun iki üç katı Azeri yaşaması, Şiiliği devlet mezhebine dönüştüren Farsları tedirgin etmektedir. Yararlı savaşın zararlı barışın olmadığı dünyada, bütün sorunları çatışarak değil, uzlaşarak çözmek Farslardan önce, Yunus yolunda olan Türklere düşmektedir.
Asya’dan Avrupa’ya doğru, uzun bir yolculuğa çıkan Türklerin yolunda, Farslar sürekli sorun kaynağı olmuşlar. Mehmet Maksutoğlu çalışmalarında, Müslüman olmalarının ilk yıllarından beri, Farsların İran, Türklerin İslam için savaştıklarını önemle vurgular. Türkler üç kıtada ve üç denizde, sürdükleri savaşlarda, farklı soylardan gelen, Müslümanlardan başka, Ermenileri, Bulgarları, Sırpları, Hırvatları, Macarları ve Rumları, uzun yıllar aynı saflarında tutmasını bilmişlerdir.
Osmanlı Tarihçisi Halil Inalcık, “Osmanlılar Avrupa’ya, İranlılar Asya’ya yönelselerdi, şimdi hem Avrupa hem de Asya baştan sona Müslüman olurdu” diyerek hüzünlenir. Yirmi birinci yüzyılda geçmişteki hatalar tekrarlanmazsa, Müslümanların önü yeniden açılıyor. Türklere düşen önemli görevlerin başında, Müsümanlar arasındaki sorunları, her ne pahasına olursa olsun, uzlaşmayla çözmek geliyor. Müslümanlar birbirleriyle kardeş olduklarını unutmazlarsa, güçlerini birleştirmeyi başarırlarsa, dünya barışının en büyük güvencesi olurlar.
Müslümanlar kendi aralarındaki farklılıkların, Hıristiyanlarla olan farklılıklar yanında, çok küçük olduğunu sürekli tekrarlarsa,Yirmi birinci yüzyılda hem Asya hem Avrupa ülkeleri arasındaki yerlerini sağlamlaştırarak, dengeleyici bir güç kazanırlar. Ve dünyanın ilk on ülkesinin arasına girmeyi başarırlar.
Kırımlı yazar Cengiz Dağcı’nın “Bize Tatar diyorlar, Çerkez diyorlar, Türkmen diyorlar, Kazak diyorlar, Özbek diyorlar, Azeri diyorlar, Karakalpak, Çeçen, Uygur, Kabardı, Başkurt, Kırgız diyorlar. Bunlar hep yalan! Deniz parçalanmaz” diyerek, dile getirdiği büyük özlem her alanda gerçekleşir.
Türkler kökleri Asya’da, gövdesi Anadolu’da, dalları Avrupa’da olan, Osman Gazi’nin rüyasında gördüğü, büyük bir çınara benzerler.Türk dünyasının acılarını romanlarına taşıyan Dağcı’nın vurguladığı gibi, nasıl deniz bölünmez bir bütün ise, çınar da dalları gövdesinden ayrılmaz bir bütündür.
Kültürlerin harman olduğu Anadolu’nun bin yıllık tarihinde Türkler Ziya Gökalp gibi: “Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan” demesini bilmişler, Asya’dan Avrupa’ya sürekli hareket halinde olmuşlardır.
Asya’nın ortalarından Avrupa’nın ortalarına doğru büyük ve uzun bir yolculuğa çıkan Türklerin vatanları başlarının üstünde taşıdıkları Kur’an’ları olmuştur.