Büyük Türkistan’ın sorumluluk taşıyan aydınları, ekonomik ve kültürel bütün zenginliklerinin, Moskova’ya kaçırılmasının önlenemediğinin unutulmaması için, sürekli vurgulama gereği duyarlar. Avrupalıların Orta Doğu’yu ve bütün Afrika ülkelerini yağmaladıkları gibi, Ruslar da Kafkasya’yı ve Orta Asya’yı yağmalıyorlar. Onlar İkinci Dünya Savaşından sonra, bütün Orta Asya’nın zenginlikleri yetmemiş gibi, Doğu Avrupa’nın müzelerinde buldukları her şeyi Rusya’ya kaçırıyorlar. Ruslar yağmalamada İngilizlerden, Fransızlardan ve İspanyollardan geri kalmıyorlar. “Ekonomi her şeydir ekonomi için her şey yapılır” diyenler, yağmalamada hiçbir sınır tanımıyor.
Truva’nın Kralı Priamos’un Batı’da dillere destan hazinelerini, bulma hırsıyla yanıp tutuşan Alman Heinrich Schliemann, Rüstem Aslan’nın “Troya” kitabında ayrıtılı olarak anlattığı gibi, dehşet verici bir tarihi eser kaçakcılığının çarpıcı bir örneğini verir. Schliemann 1869’da İstanbul’a gelerek, dönemin Osmanlı yönetiminden kazı izni alır. Homer’in Truva savaşlarını anlattığı İlyada’sına dayanan Arkoloji tutkunu, geçmiş yüzyıların tarihinden daha çok hazinelerinin peşinden koşar. O doymayan açgözlülüğüyle yeraltında kalan şehirinin, altını üstüne getirir her şeyi kırar ve döker.
Yunanlılardan önce Truva’nın altın takılarına sevdalanan Schliemann, Amerika’ya altın aramaya giden Avrupalılar gibi, aradığı göz kamaştırıcı takıları bulur. Alman hazine arayıcısı birkaç yıl süren kazı çalışmalarından sonra, Çanakkale’de bulduğu Truva hazinelerini yönetime haber vermeden, önce Yunanistan’a ardından dönemin Almanya’sına kaçırır. Anadou’dan çalınan binlerce parça tarihi eser, 1873 yılında Berlin’de Prusya Krallığının müzesine geçer. Sonradan değişik müzelerde sergilenmek üzere, kendi topraklarının eserleri gibi, cömertçe bütün müzelere dağıtılır.
Toprağının her köşesinde tarihi eser kaynayan açık hava müzesi Anadolu’dan çalınan takılar, uzun yıllar Almanya’da kalırlar. Ancak her çalınanın çalındığı gibi, Anadolu’dan çalınanlar, Ruslar tarafından çalınırlar. İkinci Dünya Savaşı sırasında Berlin’i işgal eden Ruslar tarafından, milyonlarca tarihi eserle birlikte takılar el konularak Moskova’ya götürülür. Rusların uzun yıllar gizledikleri, çalmadıklarını söyledikleri hazinelerin, bir sanat tarihçisinin yaptığı yorucu araştırmalarla, Moskova’da Puşkin müzesinin depolarında olduğu ortaya çıkarılır, Ruslar çaldıklarını kabul etmek zorunda kalılar.
Uluslararası kültür kuruluşlarında yasal takipte olan Truva hazinelerinin, Anadolu’dan kaçıran Almanya’ya geri verilmesi için görüşmeler yapılıyor. Bergama tapınağını Berlin’e taşıyan Almanlar, çalıntı takıların Çanakkale’de Hisarlık tepesinde değil, Berlin’de bulunmuş gibi sahip çıkarak peşine düşüyorlar. İngilizlerin Firavunların mezarlarına kadar her şeyi İngiltere’ye taşımaları gibi, Almanlar Anadolu’nun tarih ve kültür hazinelerini Almanya’ya taşımanın peşindeler. Ancak tarih başkalarının kaynaklarına el koyanların, kaynaklarına el konulduğunu gösteriyor, yapılan haksızlıklar kimsenin yanına kar olarak kalmıyor.
İngilizlerin Mısır’da, Fransızların Cezayir’de, Almanların Anadolu’da yaptıkları, kültür ve sanat yağmalamasını, Ruslar Özbekistan’da yaparlar. Onlar halılarından başlayıp, kitaplarına varıncaya kadar, Türklerin ve Müslümanların ortak kültürel zenginliklerini Moskova’ya götürürler. Özbek aydınlar tarif edilmez bir hüzünle, bir açıkhava müzesi olan Hive’nin, Buhara’nın ve Semerkant’ın tarihi eserlerinin ve yazma kitaplarının, bütünüyle Moskova’ya taşındığını söylüyorlar. Ve ekonomik kaynakları birlikte değerlendirmek için, kültürel kaynakları birlikte korumanın üzerinde önemle duruyorlar.
Tarih içindeki uzun yolculuklarında kültür ve ekonomi merkezi şehirler, kura kura genişleyen Türkler, kimliklerini oluşturan geçmiş yüzyıllarda medeniyetler beşiği Küçük Asya’yı, kendilerine değişmez vatan edinirler.
Anadolu’nun dünyanın çekim merkezi olduğu yüzyıllarda, gönül dünyasının zirveleri çevresinde halkalanan insanlar, tarih içinde kısa sayılabilecek zaman diliminde, Anadolu’dan Avrupa’nın ortalarına kadar uzanırlar.
Yirminci yüzyılın başında, içine kapanan Küçük Asya, aynı yüzyılın sonunda, soydaş ve dindaş ülkeler arasında, iletişimi ve etkileşimi geliştirmek için, dünyaya açılıyor ve yeni bir atılımların öncülüğünü yapıyor.