Dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar devletlerin, dünyadaki ülkeler arasında kendilerine saygın bir yer açmalarında, her türlü haksızlığa karşı çıkan, temel hakları ve ana özgürlükleri savunan aydınlara büyük görevler düşmektedir. Onlar yaşadıkları her ülkede, düşünceleri, yaşama biçimleri, tutumları, davranışları ve eylemleriyle, yönetenlerle yönetilenler arasındaki iletişimi ve etkileşimi sağlarlar, kan uyuşmazlıklarını giderirler.
Cumhuriyet tarihinin ilk yılarında, Türk toplumu tarihinde görülmemiş, büyük bir kültürel değişim yaşamıştır. Tanzimat’la başlayan dünyadaki gelişmelere uyum sağlama çalışmaları, tabandan daha çok tavandan gelen baskılarla, büyük bir yabancılaşma eylemine dönüşmüştür. İdris Küçükömer’in “Düzenin Yabancılaşması” isimli kitabında açıkladığı gibi: “Batıcılar Batılılaşalım derken Batı’nın özellikle askeri, siyasi, eğitim ve bazı kültür kurumlarını aktarma yoluna gitmişlerdir.”
Dünyada ve Türkiye’de kutsal geleneğe bağlı, İslamın değerlerine saygılı, özgürlükçü kesimlerle, Fransa’nın seküler kültürüne sarılan, dayatmacı kesimler arasındaki çatışma ve yarışma, bütün hızıyla devam etmektedir. Avrupa ülkelerinin ekonomik, siyasal ve kültürel başarısının kaynağında, onların üretme biçimlerinin değil, tüketme biçimlerinin olduğunu sanılmıştır. Türkiye yönetenleri ve yönetilenleriyle, Batılılar gibi üretmesini daha çok tüketmesini öğrenmişlerdir.
Türkiye’nin bütün kurumların ve bütün kuruluşların, Batılılar gibi tüketmesini öğrenmeleri, Batılılar gibi üretmesini öğrenmelerinin bir güvencesi olmamıştır. Türkiye’deki kamu kurumlarının ve kuruluşlarının, dış görünüş bakımından, Batı ülkelerinin kurumlarından ve kuruluşlarından hiçbir farkı yoktur. Ancak Türkiye Batılılaşma yolunda köklü değişiklikler yapmasına rağmen, ürün, hizmet ve bilgi üretiminde, Avrupa ülkelerinin ortalamasını yakalayamamıştır, üretim güçsüzlüğünün üstesinden gelememiştir.
Türkiye’de yönetenlerin topluma yabancılaşmaları yüzünden, toplumun bütün kesimleri ürün, hizmet ve bilgi üretme güçlerini ve coşkularını bütünüyle yitirmişlerdir. Yönetenlerle yönetilenler, aynı değerleri paylaşmadıkları gibi, konuştukları diller farklılaşmıştır. Yönetenlerle yönetilenlerin değerleri birbiriyle örtüşmemektedir. Türk toplumunda güçsüz azınlığın sesi, güçlü çoğunluğun sesinden daha çok çıkmaktadır. Azınlığın sesi çoğunluğun sesi olarak sunulmuştur.
Türkiye’nin çoğunluğu oyunu, dünya standartlarında bir yönetimden yana kullanmaktadır. Türkiye toplumun beklentilerini karşılayabilmek için, hayatın her alanında, ürün, hizmet ve bilgi üretme gücünü büyütmek, açıklık içinde sürekli yeniden yapılanmak ve dünya standartlarını yakalamak zorundadır. Nasıl ağaçlar sürekli budanmadan meyva vermezlerse, ülkeler de sürekli yeniden yapılanmadan, üretim güçlerini büyütemezler.
Türkiye’nin üretim güçsüzlüğünün üstesinden gelmesinde aydınların payını, sanat ve düşüncede çığır açan Sezai Karakoç, “Ruhun vücuttaki payı”na benzetmektedir. Ruhsuz bir beden nasıl varlığını koruyamazsa, aydınsız bir toplum da canlılığını koruyamaz. Aydınlar düşünceleriyle yönetenlere, gönülleriyle yönetilenlere güç verirler. Aydınların katkısı olmadan, yönetenlerle yönetilenler arasında, dil, düşünce ve eylem birliğini sağlanamaz.
Aydınlar yönetenlerin katından aşağıya, yönetilenlerin katından, yukarıya bakmasını bilirler.
Dünyanın her ülkesinde aydınlar, toplumların haksızlıkları dile getiren sözcüleridir.
Aydınların toplumsal işlevleri, eleştirel olmaktan önce eleştirel düşünmektir.