Şiir karşısında ne varlıklı ne yoksul, ne bilgili ne bilgisiz, ne yaşlı ne genç vardır. Hayatın şiiri gökyüzünde yazılır, yeryüzünde okunur. Ahmet Haşim, şiiri “İnsanın ruhuna doğan kelimelerin şarkısı” olarak tanımlar. Şiir deyince akla, geçmişte Türk şiirinin köşe taşları olan şairler gelir. Cumhuriyet döneminin şiir dünyasına bakıldığında, her şairin onların geçtiği, yollardan geçtikleri görülür. Onlar Türkiye’nin edebiyat tarihinde silinmez izler bırakmışlardır.
Sezai Karakoç, dünya edebiyatının köşe taşlarına yaslanarak, Anadolu insanının şiir ve düşünce dünyasına metafizik boyutlar kazandırmıştır. Şiire metafizik sancı yükleyen Karakoç olmasaydı, Yirminci yüzyıl Türk şiiri böylesine derinlikli olmazdı. Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde, Anadolu’da yankı bulan şairlerin yolu, Karakoç’un şiir dünyasına çıkar. Karakoç Türk şiirinde bir milattır, şiire derin bir metafizik dünya açmıştır.
Metafizik kaygı çeken, aczinin bilincinde olan şair, düşünceyi duyguya, duyguyu düşünceye dönüştüren bilgedir. “Seçkin bir kimse değilim / İsmimin baş harflerinde kimliğim / İsmimin baş harfleri acz tutuyor / Bağışlanmamı dilerim” diyen Cahit Zarifoğlu, çıktığı şiir dağının doruklarında, insanın içine düştüğü güçsüzlüğün, uçurumlarını görmüştür. Sanatın doruk noktasına ulaşanlar, Cennet ile Cehennemin sınırlarının kıldan ince, kılıçtan keskin olduğunun bilincine vararak, bağışlamayanların bağışlanmayacaklarını bilirler.
Hayatın anlamını kavramayanlar, iyilikleri özendirmek ve kötülüklükleri önlemek yolunda gereken adımları atamazlar. Hayatın kolaylaştırılmasında, hayatın güzelleştirilmesinde, hayatın yaşanır kılınmasında, insanın anlam arayışında, gerçeğe giden yolların çok, ulaşılmak istenen hedefin ise tek, olduğunu sürekli vurgulayan şairlerin, vazgeçilmez bir yerleri vardır. Aranılan gerçek insanda olduğu gibi, hayatın anlamı da insandadır. Yunus’un dizelerine benzetilerek tekrarlanırsa: “Şiir şiir bilmektir. Şiir insanı bilmektir”.
Edebiyatın kaynağında karşıtların birliği vardır. Dünyada her şey zıtlarıyla birlikte bulunur. Karşıtları birlikte ele almasını, bir uçta yer almadan, iki uca birden dokunmasını bilmeyen şair geleceğe kalmaz. Genelde edebiyatçılar, özelde şairler, Yunus gibi, erik dalına çıkarlar, üzüm bulurlar, şiir dağına çıkarlar roman bulurlar, gökyüzüne çıkarlar İsa’yı bulurlar, Tur dağına çıkarlar Musa’yı bulurlar, ölüm dağına çıkarlar, ölümsüzlük bulurlar.Onlar yeryüzünden gökyüzüne baktıkları gibi, gökyüzünden de yeryüzüne bakarlar.
Gerçeği aramanın, hayata anlam kazandırmanın sırrı, ölümle ölümsüzlüğün, görünenle görünmeyenin, sevgiyle nefretin, iyilikle kötülüğün, doğrulukla yanlışlığın, güzellikle çirkinliğin, bir arada bulunmasında gizlidir. Dostoyevski’nin vurguladığı gibi: “Yeryüzünde birbirine düşman kalacak iki karşıt eğilim hep var olmuştur. Gelecekte de var olacaktır. Bunları uzlaştırmaya çalışmak, varoluşu yok etmeye uğraşmak demektir.”
Ekonomik, siyasal ve kültürel hayatın canlılığı, karşıtların bir arada bulunmasından kaynaklanır.Dünyada her şey zıtlarıyla birliktedir.
Hayata anlam kazandıran edebiyatcılar, iç dünyalarında gizli olan aczlerini hiç unutmayanlardır.
Dünyayı Cennete dönüştürecek olan akıncılar, ölümsüz dünyanın şarkılarını söyleyen edebiyatçılardır.
Edebiyatcılar hem gece uyurken, hem gündüz uyanıkken rüya görürler. Onlar akıllarıyla düşünürler gönülleriyle yazarlar.
Edebiyatçıları olmayan ülkeler, düşüncelerini eylemlere, eylemlerini düşüncelere dönüştüremezler.