Türklerin çok hareketli tarihlerinde, Anadolu’nun dışına açıldıkları, güçlü dönemlerinin ardından, Anadolu’ya çekildikleri güçsüz dönemleri gelmiştir. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında, büyük bir üretim güçsüzlüğüne düşen Türkiye, başkentini İstanbul’dan Ankara’ya taşıyarak, çok sancılı bir küçülme sürecinden geçmiştir. Türkiye İstanbul’un dünyaya açık çok kültürlü ortamından, Ankara’nın dünyaya kapalı tek kültürlü ortamına dönmesi, üretim güçsüzlüğünün üstesinden gelmesine yetmemiştir.
Sarıkamış’ta Dağcılık Alayı’nda askerlik yaparken, yarı sohbet, yarı röportaj, yarı düz yazı tarzında, Cahit Zarifoğlu ile yapılan, şiiri hakkında ilk elden bilgiler içeren konuşma, Gelişme dergisinde yayınlanmış, edebiyat çevrelerinde büyük bir ilgiye karşılanmıştır. Zarifoğlu bir yediveren gülü gibi, arkasında edebiyatın her alanında, Anadolu insanının düşünce eylem dünyasına, yön gösteren, yeni açılımlar kazandıran kitaplar yazmıştır. Ancak Zarifoğlu isminin ACZ olduğunu asla unutmamış, alçak gönüllü olmayı hiç elden bırakmamıştır.
Konuşmada Sarıkamış’ı anlatırken Zarifoğlu: “Çok sefalet görüyorum. Her yanda sonsuz bulamaç gibi insana yapışan, düşündükçe her tarafına bulaşan bir sefalet görüyorum” di- yerek hüzünlenir. Ancak O gördükleri karşısında çocukları, kadınları ve hayatı suçlamaz. “Şöyle bir başımı sallar, duygulardan arınır ve kendi kendime Cumhuriyet kurulalı ne kadar oldu diye sorarım. Şu kadar sonraki nesil bile, nasıl olur da yirmi, yirmi bir yaşlarından meydana gelen bir topluluğu, yüzde kırk cahille kurar? Buna aklım almaz. Cumhuriyet, mesaisini ne yola harcamıştır” diyerek, herkesin cevap araması gereken, can alıcı soruyu sormaktadır.
Cumhuriyetin Tek Parti döneminde Türkiye, geçmiş yıllarda benzeri görülmemiş, bir sekülerleşme sürecinden geçerek, Avrupa ülkeleri karşısında ürün, hizmet ve bilgi üretme gücünü büyük ölçüde yitirmiştir. Türk toplumu bütün kesimleriyle, tabandan yönetilenlerden gelen istekle değil, tavandan yönetenlerden gelen baskıyla, kutsal kültür havzasından, seküler kültür havzasına geçmeye zorlanmıştır. Anadolu’nun bereketli toprakları, şiddete dayanan, demokrasiden uzak yönetimlerin elinde çoraklaşmıştır.
Fransa’da Katoliklerle Protestanlar arasındaki, kanlı savaşların önüne geçmek için, bilinen dünyayla bilinmeyen dünyayı, birbirinden ayıran sekülerleşme süreci, kısa zamanda bütün ülkeleri etkisi altına alan, bir siyasal ideolojiye dönüşmüştür. Marx dinler arasında bir ayrım yapmadan, bütün dinleri toplumların üretim gücünü dinamitleyen, bir tehdit olarak görmüştür. Sekülerleşmenin hiç ödün verilmeden, en kanlı, en katı uygulaması, Sovyetler Birliği döneminde, Rusya’da yapılmış, yetmiş yıl gibi kısa bir zaman diliminde de, büyük bir başarısızlığa uğramıştır.
Kutsal kitaplarla kimse savaşamaz. Dünya tarihinin her döneminde, toplumların ekonomik, siyasal ve kültürel yapılarına yön veren, kaynakların başında kutsal kitaplar gelmiştir. İnsanlığın bilgi ve bilgelik birikimlerinin yanında, bilimsel ve teknolojik zenginlikleri, kutsal kitapların yüzyıllar boyunca, tekrar tekrar yorumlanarak, yeni boyutlar kazandırılmasına dayanmaktadır. Kutsal kitaplar sessiz ve derinden akan yeraltı ırmakları gibi, ışık saça saça görünen dünyadan, görünmeyen dünyaya akmışlardır, akmaya da devam etmektedirler.
Kutsal kitaplar medeniyetlerin, güçlerini hiç yitirmeyen ölümsüz şiirleridir.Onların şiirini yakalayanlar,hayatın yaşanır kılmanın sırrını öğrenirler.
Ülkelerin edebiyatları gibi medeniyetleri, kutsal kitapların zamanın ışığında açıklanmasıdır.
İnsanlığın atalarının yitirdikleri Cennetin anahtarları, kutsal kitapların derinliklerindedir.
Kutsal kültürü ayakları altına alanlar, ayaklar altında kalmaktan kurtulamazlar.